Tuesday, January 30, 2007
DİL VE KALP


Dilini bir binek bil.
Seni gül bahçelerine de götürebilir.
Balçık deryalarına da sürükleyebilir.
Kalbini kirli, paslı ya da parlak bir ayna bil.
Bütün güzelliklere karşı kör de kalabilir.
Güneşle parlayan, güneşi yansıtan bir talihe sahip de olabilir.

(M,Said Türkoğlu)


posted by suveyda @ Permalink ¤8:54 AM   9 comments
Monday, January 29, 2007
AŞURE ZAMANLARDAN KALANLAR

Çocukken, yaşımı dahi hatırlamadığım bir zamanda komşumuz Ayşe teyze bir kase içerisinde yemek getirmişti.Ben ne olduğunu anlamamıştım üstelik bunu kimse yemez diye o aklımla gidip çöpe dökmüştüm.Daha sonra babam sorduğunda kaçacak yer aramıştım.Bana soru sormasına fırsat dahi vermeden ortamı terkettiğime eminim.Sonra öğrendiğimde kasenin içindeki aşureymiş.O çocuk aklımla “içinde ben hariç her şey var” diye düşündüğümü de hatırlıyorum ve kimsenin yemeyeceğini sanmıştım.Bizim evde babam hariç kimse yemediği için pek yapılmazdı, üstelik bende çok küçüktüm ve açıkçası bilmiyordum aşurenin nasıl yiyecek olduğunu.Bu anımı geçenlerde arkadaşlar arasında anlattığımda yeni bir pot daha kırdım.Şöyleki; arkadaşlar “ne yani bizim getirdiğimiz yemediğin şeyleri çöpemi döküyon” demezler mi?Şeyy, kem , kümm derken "şaka şaka akıllandım artık" diyerek vaziyeti kurtardım.

Yine kuzenim zamanın aşure gününde çok iştahlı aşuresini yerken, onu nasıl yiyorsun deme gafletinde bulundum.Çok güzel olduğunu hatta "utanmasa üç dört kase yiyeceğini , çok sevap olduğunu” söylemişti.Bende “hadi canım sende, sen midenin derdine düşmüşsün, ne sevabı” dediğimi de hatırlıyorum hafızamı yoklayınca.

Sanırım geçen sene bu zamanlardı, çok sevgili arkadaşım Zeynep de aşure yapıp davet etmişti.İşte benim kıvrandığım anlardan biri daha.Aslında yemek isterdim ama bir türlü yiyemedim, sevemedim.Zorla yeniden tatma ve yedirme girişimleri başarısız olunca onlarda benden umudu kestiler.İflah olmayacağımı anladıklarında karşıma geçip bir güzel yediler.

İnsan, zamanla öğreniyor tabiki.Anlamadıklarını, zamanla anlamlandırabiliyorsun.Muharrem ayının onunun Aşure günü olduğunu öğrenmekle başlıyor her şey ve gerisi geliyor.Ki Muharrem ayınında önemini anlıyorsunuz. Muharrem ayının , Kur'an-ı kerimde, kıymet verilen dört aydan biri olduğunu , bu ayın en kıymetli gecesinin de Aşure gecesi olduğunu da.Allahü teâlâ, birçok duâları Aşure günü kabul etmiştir. Bugünde Cenab-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bu­lunmuşturDaha sonra aşure gününde olan önemli olayları öğreniyorsunuz: Yerlerin ve göklerin yaratılması, Hz. Âdem'in tövbesinin kabûl edilmesi, Hz. Nuh'un gemisinin Cudi Dağına demirlemesi, Hz. Yûnus'un balığın karnından çıkması, Hz. İbrahim (a.s.)'in dünyaya gelmesi ve ateşten kurtulması Hz. İdris'in göğe çıkarılması, Hz. Süleyman (a.s.)'a saltanat verilmesi, Hz. Yakub'un oğlu Hz. Yusuf'a kavuşması, gözlerinin görmeye başlaması, Hz. Yusuf'un kuyudan çıkması , Hz. Eyyûb'un hastalıktan kurtulması, Hz. Musa'nın Kızıldeniz'i geçmesi ve Firavun ordusu ile birlikte helak olması, Hz. İsâ'nın doğumu ve ölümden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması, Hz. Musa (a.s.)'nın Firavun'un şerrinden kurtulması, Hz. Hüseyin (r.a.)'in şehid edilmesi , Hz. Aişe'nin belirttiğine göre, Kabe'nin örtüsü daha önceleri Aşura gününde değiştirilirdi.

İşte bu kadar önem arzeden bir gün iken, ben bir kase aşureye odaklanıp kalmışım.Aşure pişirmek bugüne özel bir şey değildi, bu her zaman yapılabilirdi.Sorun bunu ibadet haline getirmekti.Peygamber Efendimiz(a.s) tarafından bildirilen bir şey değildi ve ilk olarak da Nuh (a.s) tarafından tufan bitmek üzere iken gemide kalan malzemelerle yapılmıştı.Aşureye dönen beynim zamanla aydınlanıyordu.


Hala yiyemiyorum ama en azından biliyorum.Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptı değil mi?Yemesem de gidip çöpe de dökmüyorum, en azından babamın sorusuna muhatap olmuyorum.Aşure sofralarımıza gelmeden önce, kalplerimize hikmetini getirmek gerekiyor diye düşünüyorum.Birşey yapmak istiyorsam kendime bir şeyler bulabilirim sanırım.Gönül almak, iyilik yapmak, illa yapmak istiyorsam tatlı yapmak gibi.Sevap almanın yolları o kadar çok ki…

Gidip Zeynebimin yaptığı aşureyi çekip resmini koymak isterdim ama onların şapur şupur yiyip bana nispet yapmalarına kalbim daha fazla dayanamazdı, daha çok gencim:)Benim aşure yeme hakkımı isteyene verebilirim:)

Aşure gününüz mübarek olsun, dualarınız ve ibadetleriniz kabul olsun inş.

posted by suveyda @ Permalink ¤9:31 AM   13 comments
Friday, January 26, 2007
KARNE ZAMANI
Bugün yarıyıl tatili başladı.Bazıları sevinç çığlıkları atarken, bazıları da üzgünler, malum şu zayıflar yüzünden.Olur, geçer, Allah başka dert vermesin demek çocuğun o anki anne babasının karşısındaki korkusunu azaltmaya yetmeyecektir.Mümkünse o gece erken uyuyacaktır, numaradan hasta olacaktır, hiç ailesine görünmekte istemeyecektir.Ben yapmadım hiçbirini ama biliyorum genede:).

Hep taktir belgesi alıp ilk defa teşekkür belgesi alan arkadaşım, evine gidememişti, akşama kadar cadde cadde gezmiştik.Yorgunluktan bitap düşünce bana dönüp "tabi sen anlamazsın, sen almadın ya" demişti.Şimdi hatırlayınca bunu, ne kadar çok gülüyoruz.Maziden gelen en güzel şey, hatırlayınca tebessüm ettiren anılar olsa gerek.Okul anılarıda erkeklerin askerlik anıları gibi bitmez, uzar gider.


Halasının gülü, inş her karne sevincine şahit oluruz, seni seviyoruz, hem de çokkkkkkkkkkkk...koccaman olunca, yine senin yanında, sana sarılan halan olmak istiyorum...ne olursan ol, önce insan ol, sonra işinin en iyisi ol, ehli ol.


Bizim yeğende karnesini almış, bizlere göstermek için dört gözle yolumuzu bekliyormuş.Bizimki anaokuluna gidiyor fakat sevinci çok büyük.Bizde onun sevincini paylaşıp, sevinmesine daha çok seviniyoruz.Bilirsiniz, anaokulunda davranış notları oluyor, yıldızlar veriyorlar.Bizim bücürüğe duygularını belli etmede ikinci planda yıldız verilmiş, doğrudur duygularını sözle ifade edemez ama ben onun gözlerinden okurum.Ritm tutma da aynı şekilde ikinci derecede yıldız verilmiş.Açıkçası anlamadım, neyin ritmini tutturuyorlarsa.Aslında çok güzel halay çeker, horom teper ama bu farklı bişey sanırım:) Çoğu şey zaten fasa fiso.Şükürler olsun şartları, okula gidip gelme durumları iyi ve Emre’ de şanslı çocuklardan.Biz bu kadar şanslı değildik, öyle her şeyimiz de olmazdı ama güzeldi okumak, güzeldi karne getirmek.Pişmanlık duyacak hiçbir anım yok, iyki de çok iyi şartlarım olmamış, kıymetini bilememek daha kötü olurdu.

Belki izlemişsinizdir sizde.Erzurum’da Hatice nine, her gün eğilmeden, bükülmeden, yıkılmadan, sıkılmadan, bir off bile demeden torununu leğene koyup okula götürüp getiriyor.Bunu bir gün değil, iki gün değil, her gün yapıyor.Bugün gördüm karnesini almış torunu, nasıl seviniyor Hatice nine.Bu tür duyguları anlatmak çok zordur, kelimelerle ifade etmek, cümlelere onca duyguyu sığdırmak güçtür.Bir yerlerde hala zor şartlar altında kaleme, deftere sarılan çocuklar var, entelektüel geçinen onca insana taş çıkartacak, “oku” diyen aydın nineler var.Zahmetler ötesinde bir fedakarlık, zamanı, mekanı aşan bir yüreklilik.Bazı insanlar, ne kadar büyük yürekler taşıyorlar.Allah Hatice nineler gibisinden razı olsun.

Şimdi psi ile başlayan psikologmu istersin, psikiyatri mi istersin ekranlarda boy göstere göstere “çocuğunuza böyle davranın, şöyle davranın, anlayışlı olun vs vs “ konuşup duracaklar.Davranma zamanı şimdi değil, şimdiye kadar ve şimdiden sonra ve her daim.Annelik-babalık senenin belirli dönemlerinde çocuğunuza davranış biçimiyle gösterilecek bir meslek değildir.Bugündü her halde, nerde okuduğumu hatırlamamakla beraber, bir babanın çocuğuna ne kadar ilgisiz olduğunu gösteren bir olay okudum. Milletvekili bir baba, çocuğuna ilgilenme zamanı olarak, ortaokula kadar annesi ilgilenecekmiş, ortaokuldan sonra babası.Aynı ortamda bulunan oğlu dönüp babasına “baba ben lise 2 deyim” der.Bir tarafta Hatice nineler, bir tarafta aydın olmakla geçinen ilgisiz anne-babalar.Hayat bazen ne kadar anlaşılmaz oluyor.

Bugün şahit olduğum, kulak misafiri olduğum desem daha doğru olacak, bir konu daha var.Baba telefonda kızıyla konuşuyor anladığım kadarıyla ve baba ev almış.Kızının taktir belgesini aldığını öğreniyor ve “kızım bende ev aldım, artık yatılılarda, orda burda okumana gerek kalmayacak” diyor.Baba hem kızının haberini alınca, hem de kızına güzel haberi verince müthiş bir gülümseme yaşıyor, mutlu oluyor.Bununda tarifi mümkün değil işte.

Biliyorum hayat zor, ekonomik şartlar, sosyal olaylar ve yazabildiğiniz kadar her türlü faktör etkileyebilecek durumda olsa bile çocuklar bir anne babanın her şeyleri değil midir?Ya da Temel’in zayıf dolu karnesini gösterip, babası tepki verince, tavan arasından çıkardığı kendi karnesi olduğunu hatırlatması gibi, beklide karnedeki notlar kendi notlarıdır.
Son söz; öğretmen amcamın dediği gibi “zayıfsız öğrenci olmaz”.Varsın olsun, hepsi düzelir, hepsi geçer.
Direklerin olacak ki karnenin asaleti olsun demi:)

Haydi çocuklar, şimdi tatil zamanı, tren kalkıyorrrr.
çuf çuf çuf çuf çuf
posted by suveyda @ Permalink ¤10:30 PM   7 comments
HAYIRLI CUMALAR
“Senin kapını görecek göz yok bende!”

Ey kerem sahibi,
“elif” gibi hiçbir şeyim yok…Mümin gözünden daha dar bir gönlüm var, ancak.Bu “elif”, bu “mim” varlığımızın anasıdır.Anamız olan “mim” in eli dardır, “elif”se ondan daha yoksul.”Elif’in bir şeyi yok” demek gaflettir, mim gibi “gönlü daralmış bir hale gelmek” akıl alametidir.Kendimden geçtiğim zaman hiçim.Fakat aklım başıma geldi mi ıstıraplara düşer, kıvranır, dururum.

Artık böyle bir hiçe bir şey yükleme.Böyle kıvrandıran şeye “devlet” adını takma.Zaten beni iyileştirecek bir şeyim yok.Bu yüzlerce derde de vehmimden uğradım.Hiçbir şeyim yok, o haldeyim işte…


Bana lutfet.Zahmetler çektim, rahatlaştır beni, rahatımı arttır benim.Göz yaşlarıma gark oldum, üryan bir halde durmadayım.
Senin kapını görecek göz yok bende!

Gözsüz kuluna rahmet et de gözyaşları, şu yazıda bir yeşillik, bir ot bitirsin.Gözyaşım kalmazsa gözyaşı ihsan et.Peygamberin yaş dökücü gözleri gibi hani.O bile bunca devletiyle, bunca ululuğuyla, bunca ileri oluşuyla beraber Allah kereminden gözyaşı istedi.
(Mesnevi Şerif)

CUMANIZ MÜBAREK OLSUN…
posted by suveyda @ Permalink ¤12:10 AM   4 comments
Thursday, January 25, 2007
GÖRÜNMEZİN ÖTESİNDE
- Gösterdim... gördü anlamına gelmez

- Söyledim... duydu anlamına gelmez

- Duydu... doğru anladı anlamına gelmez

- Anladı... hak verdi anlamına gelmez

- Hak verdi... inandı anlamına gelmez

- İnandı... uyguladı anlamına gelmez

- Uyguladı... sürdürecek anlamına gelmez...
posted by suveyda @ Permalink ¤9:25 AM   19 comments
Wednesday, January 24, 2007
MUMLAMAK DESEK ŞUNA;)
Lisedeyken hem en yakın hem de sıra arkadaşım olan kişi onur kurulundaydı.Ondan çok duyardım bu mimleme olayını.Okulda bunu mimledik, şunu mimledik derdi.Hiç hoşuma gitmezdi yaptığı ama görev icabıydı yaptığı sonuçta:)İşte o gün bugündür bu mimleme olayına bir antipatim olmuştur.Şimdi de ibn-i sina mimlemiş bizi.İyi niyetle yapılmış olduğundan tebessümle karşılık veriyorum, yoksa mitte çalıştığını düşünmüyorum ibn-i sina:)

Hakkımızda bilinmeyen beş şeyi paylaşacakmışız.Kendim hakkında konuşmaktan hiç hazetmesem de, hatta konuşmaktan da hazetmesem de, ki bu garibana işyerinde çalışanlar, evde kardeşi, dışarda arkadaşları yüzünden konuşma fırsatı pek verilmiyor olsada(kimbilir bloğuda ondan açmıştır bu:) ), sana bir güzellik yapacam ibn-i sina, hatta her şey senin gül hatrın için , hatta ve hatta bir bonus daha ekleyip altı tane yazacam:)Anneme sordum, benim hakkımda beş şey söyle diye:iki elin iki gözün var dedi ama sanırım aranan cevap bu değil;)

1-Suveyda, üç şeyden hiç mi hiç hoşlanmaz.Bunlar; yalan, el şakası ve bekletilmek.Bunlardan bir tanesi dahi olsa başına gelince sinir katsayısı birden tavan yapıyor, hipersinir bir insana dönüşüveriyor. Küfürbazlar, iki lafın arasında yemin edenler, ukalalar, kaba insanlar da sinirlendirmek için birebirdir Suveyda için.Ben böyle değildim yaşarken oldu:)


2-Suveyda, aile içerisinde baskın bir kişiliğe sahiptir.Aile de alınan bütün kararlarda parmağı vardır.Ailedekilerin giydiklerine dahi karışır.Aile babası bişey demediği halde annesine de çok karışır.Hatta lise yıllarında, eve gelince annesini evde bulamadığı zamanlarda hemen arayıp eve getirme diye vukuatları vardır.Bu kız, erkek olsaydı şayet, kız kardeşini dışarı salmazdı gibi ütopik düşüncelerede sahiptir..Ama Suveyda bunların hepsini koruma iç güdüsüyle yaptığına inanıyor.Kardeşime, katı abla olduğum imajı yüklemeye çalışanlar olsada umurumda değil.Duyurulması gereken ilgili şahıslara duyurulur:)


3-Kolay kolay kimseye güvenmez.Güvendiği zaman yapamayacağı yoktur derecesinde ekstra large yüreği olur.Çok sever, çok sabreder, sinir bozucu bir sabrı vardır fakat bardağın taşıran son damlada asla geri dönmez.İpleri kopartır, arkasına bile bakmaz.Hiç yaşanmamış gibi siler hayatından.Suveydaya yanlış yapmaya gelmez, ha bide çok inatçı olduğunu söyleyenlere de bir çift lafı vardır. “Kimse zorla bana bişey yaptırmasın canım, ben kimseyi zorluyor muyum”


4- Suveyda hayvanlardan hiç hoşlanmaz.Hiç bir zaman evde kedi, köpek, kuş besleme hayali olmamıştır, olacağıda yoktur diye de büyük konuşur.Bir zamanlar kuş beslemiş olsalarda bir gün olsun elini sürmemiştir.Evinde timsah besleyen insanlara şaşırmanın ötesinde iticilikle bakmıştır.Tek sevdiği hayvan kuzulardır.Ona da bir kez olsun bakmıştır.Çok sevimli oluyorlar, büyüyene kadar ama. Aksine bir sürü hayvan oyuncağı var.Ayılar, köpekler, kediler, bebekler, değişik oyuncaklar.Hatta o kadar abartmıştır ki durumu, odada bunlar yüzünden yatacak yer yoktur.Eve her gelenin “bu evde bebek mi var” sorusuna muhatap olmak da cabası.Ah ahhh şimdiki çocuklar hiç oyuncaklarının kıymetini bilmiyor diye de arada hüzünleniverecek kadar da sulu gözdür.


5-Önceden çok büyük hayalleri vardı.Hep isterdi.Artık büyük hayaller kurmuyor, hep hayırlısını istiyor.Bunun farkına vardığı gün kendini tebrik etmişti.Çabuk sıkılıyor, dinlediği müzikten(türküler kesinlikle hariç), yediğinden, gezdiği yerlerden, izlediklerinden,(bir film ne kadar güzel olursa olsun ikincisini izlemez), televizyonuda zaten sürekli zaping yaparak izler.
Yıllar sonra Allah nasip kısmet ederse, bir göl kenarında battaniyeye sarılmış, kahvesini yudumlayan yaşlı bir nine olunca, torunlarını izlemek ve börekler , kekler yapıp onlara sarılıp uyumayı düşlüyor.Gözlerini kapatınca “hayatımın en iyi tercihini yapmışım demeyi” unutmayarak.



6-Suveyda, arabada arkada oturmayı hiç sevmez.Çayına su katar, kahvaltı dahil her yediği arkasından su içer ve üç dişli çatallardan hiç hoşlanmaz.Kapıdan uğurlanıp, kapıda karşılanmak ister, anahtarı olsa da kendi açmaz, uzun uzun zile basar.Herkes bilir Suveyda'nın geldiğini.Yemek ve pasta yapıp milleti toplamak yaptığı en güzel şey.


Şimdi gelelim zurnanın zırt dediği yere:).Ben aslında herkesi mimlemek istiyorum , nasılsa bir kural yok bunun için, yaşasın:).

Hazır Süleyman’ın mührü elimdeyken davete icabet ederlerse emircan, baver, kayhan, kazım mızrak,suat saygın beyleri, cadı ve aşk-i beka hanımları mimlemek istiyorum.Mumlamak diyelim, aydınlanmak yani:)

Ladybird seni de mimlemek isterdim ama, uçurtma uçurmaya gitmişsin, gidiş o gidiş:)Sorun değil beni duyuyorsun nasılsa, ben öğrenirim gene öğrenmek istediklerimi:)
Hala bu mimlemek kelimesinin itici olduğunu düşünüyorum ama.

Evet komşularım sahne sizindir, izlemenin daha keyifli olduğunu düşünmüşümdür hep.Kendimden bahsetmeyi sevmiyorum demiştim demi, bide sevseydim ne olacaktı düşünemiyorum:)

Sevgilerle ibn-i sina:)
posted by suveyda @ Permalink ¤8:57 AM   12 comments
Monday, January 22, 2007
ADAM OL, OKU!
“Oku, adam ol!” sözünde bir terslik var gibi geliyor bana.En azından bu sözün anlamını tahrif ettiğimizi düşünüyorum.Şöyle ki:

Sanki adam olmanın okumaktan başka yolu ve çaresi yokmuş gibi bir anlam yüklüyoruz bu söze.Oysa adam olmadan okumak, kişinin cehaletini mürekkep hale getirmekten başak bir şeye yaramıyor.
”Bilmez, bilmediğini de bilmez” kategorisinde ki milyonlarca insan bu tespitin canlı şahidi olarak yeryüzünde dolaşıp duruyorlar işte.

Her fırsatta kitaba, dergiye, olmazsa televizyona, bilgisayara saldıran insanların pek de sağlıklı olmayabileceği zehabına kapılıyorum bazen.Bu da bir tür tiryakilik.Okuma hastalığı…Malumat edinme hastalığı demek daha dakik bir ifade olacak.Çünkü okumak, onu doğru tanımladığımız takdirde en büyük erdemlerin başı…

Kitap
“Oku!” diyor önce.Fakat hitap, “okumak bilmeyen’e”..”Ben okumak bilmem!” diyor ilk muhatap…Hatip “Oku!” diyor bir kez daha.Muhatap bir kez daha tekrarlıyo: “Ben okumak bilmem ki!”.Hatip “Oku!” diyor.Muhatap, tasavvurundaki “okumak” tanımını değiştiriyor bu kez…Bir daha, “okumak bilmem!” demiyor.Artık hep okuyor.

İnsan okumak bilmeyince, kitaplar ve her tür malumat aracı,
“okumak”ın önündeki en büyük engele dönüşüyor.Garip ama; insanların okudukları kitaplar, seyrettikleri filmler, tiyatrolar, kaleme aldıkları makaleler, katıldıkları sempozyumlar, hazırladıkları tezler, yazdıkları romanlar, hikayeler, şiirler…
Hepsi onların cehaletlerini katmerleştirebiliyor.Kat kat cahil oluyorlar okudukça.

Her fırsatta bir şeyler okuşturan (tıkıştıran gibi) insanlar vardır.Genellikle gıpta ile bakılır onlara.Adam(kadınlar da adam olduğu için ayrıca zikretmiyorum) evde, iş yernde, metroda, tramvayda, otobüste mutlaka bir şeyler okuşturuyorlar.Hani
“okuma alışkanlığı” diyorlar ya…Bu, zararlı bir alışkanlığa dönüşebiliyor bazen.Adam yemek yerken, ekmeğin sarıldığı veya sofraya serilmiş gazeteyi okuyor; Rainman filmindeki Dustin Hoffmann gibi, telefon rehberini hatmediyor; bilumum ilaç prospektüslerini, kullanım kılavuzlarını, klasik ve yeni çıkmış ve kıyıda köşede kalmış romanları okuyor..Hazır yakalamışken bir önerim olacak: Yılda bir ay yazılı, basılı, görsel, işitsel enformasyon taşıyıcı nesnelerden uzak kalsınlar.Belki bu sayede, hayatın bir iki rengine aşina olma fırsatını yakalayabilirler.

Bir zaman Ezher Şeyhliği (İmam-ı Ekber) makamında da bulunan büyük düşünür el-Behiy, bir misafiri Ezher Camiin’nde gezdirirken öğrencileri işaret ederek şöyle demiş
:”Bunlar, Hindistan’daki keçilere benzerler: Kağıt cinsinden ne bulurlarsa yiyip yutarlar”.Üstad haklıydı.Çünkü “şark” bilgiyi üretmiyor, tüketiyordu.Garp cephesi de pek iç açıcı sayılmaz.

Doğudan batıya gidenler genellikle batılıların okumaya düşkünlüğüne bakıp imrenirler.Oysa dehşete düşmek gerek.Çünkü insanlar her sabah metroya binerken en az iki gazete alıp okuyorlar iş yerlerine vasıl oluncaya kadar.Gazeteler genellikle ücretsiz dağıtılıyor.Doğrusu her sabah şahit olduğum bu manzara, bana Orwell’in 1984’ünü hatırlatıyor.İnsanlar gazete, televizyon, radyo, kültür gibi araçlar marifetiyle uyuşturuluyor, uyutuluyor.Nabi Avcı’nın deyimiyle
“enformatik cehalet” bu…Diktatörler “korkut yönet” felsefesini uyguluyorlar, demokratlar ise “eğit ve yönet”. Al birini, vur ötekini…

En büyük çelişkilerimizden birisi de bilgi ile eylemin, ilim ile amelin arasını açmamızdır.Ebu Hanife,
“Bilmek, yapmaktan başka bir şey değildir” diye tanımlamıştı bilgiyi.Tutamayacağınız öğüdü almak neye yarar ki?İçmeyeceğiniz şurubun prospektüsünü ezberlemek neye yarar ki?Adam olamamışsak, niye okuruz ki?

Adam olmuşsan; adam olma niyetin, istidadın, hedefin varsa oku!Adam olmadan, adamlığa niyet etmeden okuyanlar bir tür kalpazanlık yapmıyorlar mı aslında?Adam olamayışın açığını okumakla, eylem eksikliğini malumat ziyadesiyle sıvamaya çalışmıyorlar mı gerçekte?

Ne demişti Seyrani:

“Gönül kitabından okur
Eline kalem almadı”

(Fatih Okumuş-Cennetim Olur musun)
posted by suveyda @ Permalink ¤12:06 AM   12 comments
Saturday, January 20, 2007
HİCRET VE 1 MUHARREM

Mekke’ de gözü yaşlı arkada bırakılan boynu bükük yürekler, Medine’de güneşin doğmasını bekler gibi bekleyen tebessüm eden gönüller ve çocuk kahramanlara inat yatağa yatan koca bir yürek Hz.Ali.

Örümceklerle örülü mağaraya, yüreği mühürlüler dayanınca endişelenmeye başlayan Ebu Bekir’e
“Tasalanma, Allah bizimle beraberdir” diyordu gönüllerin sultanı Hz Peygamber (sav).
Dağlara, kitaplara değil yüreklere yazılacak sözdü bu.En çaresiz anımız da da, en mutlu zamanımızda da bizimle beraberdi “O”.Hicrete damgayı vuracak sözdü bu.Hakla batılın, iyilikle kötülüğün savaşında Sevr mağarasından, günümüz zamanına damlayan hüzün damlalarıydı.O duruş diyordu ki bize
:” tasalanmayın, Allah sizinle beraberdir”

“yüce bir davetle geldin

sen bu şehre şeref verdin
ey sevgili hoş geldin”

Hicret,
Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçmaktır,
Kötülüğü terk etmektir,
Hata ve günahları terk etmektir,
Rabbimizin hoşlanmadığı şeyleri terk etmektir,
Sana söylenilenleri yap, kötülüklerden hicret et sonra git yeryüzünde istediğin yerde otur.

Hicretin, mekandan, makamdan, yerden ötesi gönüllerdeki hicretidir
.”İyiliği emredip, kötülüğü nehyetme” eylemini gerçekleştirebilmektir hicret.Gönüller de başlayıp gönüllerde biten bir duygu iklimi.

“Kendilerine zulmeden kimselere canlarını alırken melekler soracaklar:
Neyiniz vardı sizin?
Onlar: Biz, yeryüzünde çok güçsüzdük diye cevap verecekler.
Melekler:Allah’ın arzı sizin kötülük diyarını terk etmenize yetecek kadar geniş değil miydi?(niçin hicret etmediniz?) diyecekler.Böylelerin varış yeri cehennemdir.Ne kötü bir yarış yeri!...”(Nisa-97)

Kötülüklerden, fenalıklardan ne zaman uzaklaşıp Rabbimize hicret etmeyi başarırsak işte o zaman Hicret Takvimimiz işlemeye başlayacak.
Her anımızın Muharrem ile şereflenmesi şuuruyla inş.
Yüreğimizi hicretle şereflendireceğimiz anlar ve hicret dolu senelere.
Hicretlerimiz mübarek olsun…

posted by suveyda @ Permalink ¤8:22 PM   3 comments
BİLELİM, ÖĞRENELİM


Ne çabuk unuttun başına gelenleri, hiç mi akıllanmadın?

-Unuttun mu; biz, çoğu zaman balık hafızalı oluyoruz.

!!!!
posted by suveyda @ Permalink ¤8:27 AM   3 comments
Friday, January 19, 2007
HEP AYNI SENARYO
Bu mübarek günde böyle bir yazı yazmak istemezdim ama bazı mübarekler yazdırıyorlar böyle işte.

Ne mi oldu?

Ben çok heyecanlı bir şekilde abimin yanına yaklaşıp tam ağzımı açıp bir şey anlatacakken yanımızdan bir araba geçer.Yoldaki bütün çamur ve su birikintisi üstüme boca olur.Ani bir şok yaşadıktan sonra bir baktım üstüm başım batmış.Allah’ım ben şimdi ağlamayayım da ne yapayım?Hava güzel diye fırsat bilip açık renk giydiğim ceketimin üzerindeki lekeler ahenkle dans ediyordu.Terbiyemde müsaade etmiyor ki adama küfür edeyim.Her kimsen Allah’a havale ediyorum seni.Gün olur defterin dürülür.

Bizde ehliyet aldık, bizde o kurslara gittik ama bize önce insanlara saygıyı öğrettiler.Önceliğin her zaman yayaların olduğunu söylediler.Bırak anayolda gitmeyi adamlara yol yetmez oldu artık kaldırımlara çıkmaya başladılar.”Bakkaldan mı aldın sen ehliyetini” diye işte bunlara denir.


Erkekler hep bayanların araba kullanmasından şikayet ederler hatta alay ederler.Ama şundan eminiz ki bunları yapanlar bayanlar değil erkekler.Daha dikkatli olmak, daha yavaş gitmek, daha acemice kullanmak ne kadar alay konusu olursa olsun, bu yapılandan daha kötü bişey değildir sanırım.

Hiç kimse fazla bir şey beklemiyor.Sadece birazcık saygı.Bu da çok zor olmasa gerek.O freni oraya dekor olarak yapmamışlar.Gaza basmasını biliyorsan, frene de basmasını bileceksin.Hızlı araba kullanmayı gurur sanan, direksiyon başına geçince kendini kaybeden, dışarıdakileri görmezlikten gelen insancıklar ne kadar ehliyet alırlarsa alsınlar, hiç bir zaman bu işin ehli olamayacaklar.

Şahit olmuşuzdur çoğumuz, özellikle yağmurlu havalarda yaşanan olaylara.İnsanlar telaş içinde yağmurdan kaçarken, ıslanmamak için evine, işine yetişmeye çalışırken ne hikmetse o araba içerisindeki insanlarda da aynı telaş vardır.İnsan düşünmeden edemiyor, “acaba içeriye de mi yağmur yağıyor?” Hiç düşünmeden, hesap etmeden yayaların yanından son hışımla geçerken sıçratılan yağmur suları.Be mübarek sen zaten içerdesin, bu acelen, bu telaşın niye.Çevrendekilere bu eziyet neyin nesi.

Bir de “hem suçlu , hem de güçlü” tipler vardır.Bunlar tamamen umutsuz vaka.Götür yatır hastanenin bir revirine, altı aydan aşağı salma dışarı.Soranlara da “hastalığı daha teşhis edilemedi raporu”.Adam zaten suçlu bir de söylenmeye çalışır.”Be kardeşim dikkat etsene, sizin yüzünüzden araba kullanamıyoruz, sizler oldukça Avrupa Birliğine bizi zor alırlar” teraneleri.Bir dönüp aynaya baksa anlattıklarını birebir görecek ama, ona da yürek lazım.Hani diyorlar ya “sallandıracaksın bunların bir kaçını Taksim’de, bak o zaman bir daha yapıyorlar mı?”.Nimet Çubukçu boşuna demiyor, “yakaladığımız yerde eğiteceğiz bu insanları” diye.

Sorun bugün benim başıma gelen olay değil.Oldum olası bu konuya takmışımdır.İster yakınım olsun, ister uzağım bu konuda fikrim hep aynıdır.Çocuk eve geliyordur, yoldan geçen araba, çamurlu suyu çocuğun üstüne boca eder, eve gelir, annesine anlatır, inanmaz annesi, hem zılgıtı yer, hem de üstüne bi güzel dayağı.Bir yere yetişmeye çalışıyorsunuzdur, aynı olay başınıza gelir, hem üstünüz batar, hem gideceğiniz yere geç kalırsınız ve önünüzde berbat bir gün.

Saygı göstermek bu kadar mı zor bir şey.Kendin dışında başkalarının olduğunu düşünmek bu kadar mı eziyet veriyor.Bunda önce de böyleydi, bundan sonra da böyle olacak, hiç bişey değişmeyecek.Olsun.Çok sinirliydim, rahatladım en azından.”Biz adam olur muyuz?” sorusunun cevabı da hep muamma kalacak.


Ortaokul Vatandaşlık dersinde öğrendiğim özgürlük sınırı tanımı şöyle diyor du: “Sizin özgürlüğünüz, bir başkasının özgürlüğünü engellediğiniz noktaya kadardır”

Biz bu noktayı aşmakla çoktan aştık da gidişat nereye o belli değil.Allah sonumuzu hayretsin.

posted by suveyda @ Permalink ¤3:37 PM   7 comments
HAYIRLI CUMALAR
Kimsesiz kız çocuğu her zamanki gibi caddenin köşesinde durmuş dileniyordu.Üzerinde yırtık pırtık elbiseleri vardı.Yüzü gözü kir ve pasaktan zor seçiliyordu.Görenin yüreğini burkacak kadar sefalet içindeydi.

Zengin adam her zamanki gibi o caddeden geçiyordu.Kızı gördü, ama dönüp bir daha bakmadı.Köşedeki gazeteciden gazetesini satın aldı.Sonra da, saray yavrusu evine, mutlu ve sıcak ailesine döndü.Mükellef yemeklerle donatılmış masaya oturduğunda, nedendir bilinmez, o dilenci kızı hatırladı.Onun bu sefaletine göz yumduğu için ruhunda Allah’a karşı bir sitem duygusu uyandı.


Bu duyguyla kendi kendine düşündü:

“Nasıl olur da Allah bu kadar küçük kızın böylesi bir fakirlik içinde yaşamasına izin verir?Neden o kıza yardım etmek için bir şeyler yapmaz?”

Tam bu sırada, kalbinin derinliklerinden kopup gelen bir ses ruhunu titretti:

“Yaptı! Seni yarattı ve bir kısmını muhtaçlara dağıtman için sana zenginlik verdi!”

(Murat Çiftkaya, Gülümseyen Öyküler)

CUMANIZ MÜBAREK OLA…

posted by suveyda @ Permalink ¤12:07 AM   3 comments
Wednesday, January 17, 2007
GÖZÜNÜ AÇ, SEYREYLE

Sabah evden çıktım günlük güneşlik.
Ne güvenirsin halbuki kış güneşine?
Yağmur başladı, bir güzel ıslandım.
Ne diye şemsiye almazsın yanına?
Hızlı hızlı yürümeye başladım, hani bir umut diye ama nafile.Sudan çıkmış balığa dönmüştüm çoktan. İnsan tedbirli olur biraz ama, yok.

Şemsiye istersin birinden ama o da almamıştır yanına."Bir şemsiyende yoksa ne diye yaşıyorsun" ; dersin. Islanıyorum hala geyik peşindeyim, Allah'ım sen akıl fikir ver. Bir de ne göreyim, Ayşe'yi göreyim."Ayşe bu yağmurda ıslanacaz, zatüre olacaz, ince hastalığa tutulacaz, yataklara düşecez, sevdiğimize de kavuşamayacaz."Ayşe bir gülücük atar ve "oh ne güzel bir güzel yatar uyuruz". Ayşe bu yağmurda da türk filmi zevkimi bana çok gördün ya aşk olsun sana emi.Yağmurlara gelesin benim gibi de sırıl sıklam ıslanasın.

Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, yağmurun yere değemediği yerlere bastım, damlamadığı altlardan geçtim,tanıdık bir yüz aradım,abimin yanımdan arabayla geçmesini umut ettim,hiçbirinden fayda görmedim ve sonunda varacağım yere ulaştım.Tam içeri giriyorum ki arkamda biri: halam
-aaaaaa,sen arkamda mıydın?
-yaaaaaa

eeee biz ne anladık bu olaydan şimdi?

Ana fikir:Kalp gözünü, kalp kapaklarını açtın, yağmurun bereket olduğunu gördün, bunca insan yağmura, suya susamışken nimet yağarcasına sevinçli bir edayla baktın, şükrettin; "ıslanmak ne güzel" diye polyanacılık yaptın.A be güzelim azcıkta gözlerini açıp, arkandaki halanı görüp, şemsiyesine sığınsaydın da ıslanmasaydın olmaz mıydı?
Hıııııııııııııı?

Demek ki neymiş; kalbinin gözlerini açana kadar, kendi gözlerini açman gerekiyormuş.Anladın mı Süveydacım. Anladın sen.

Sen şimdi bunlardan bir ders aldın mı, aldın.Şayet almadıysan, işte vakit gönül gözüyle bakma vaktidir.
posted by suveyda @ Permalink ¤11:03 PM   7 comments
Tuesday, January 16, 2007
OLUR YA ARADA SIRADA
posted by suveyda @ Permalink ¤7:19 AM   7 comments
Monday, January 15, 2007
DİŞ BELASI
Bir türkü vardı, yanlış hatırlamıyorsam eğer “ağrıdı başım nanay, sızladı dişim nanay” şeklinde devam ediyordu.Türküyü söyleyen o kadar canlı söylerdi ki sanki başı, dişi ağırmıyor da sevinçli bir haber veriyormuş gibi bide oynamaz mıydı?Düşünüyorum, sanırım ağrının vermiş olduğu bir ruh hali olsa gerek diye karar veriyorum kendimce.Şimdi bunu daha iyi anlıyorum.Geçen gün arkadaşın dişçiye gitmesine eşlik edince dişçi, arkadaşa “yanlış fırçalıyorsun” dedi.Arkadaş da alışmış yıllar yılı hep sağdan sola fırçalıyor.“Sen hiç Barış Manço’da mı izlemedin?” diye bir de benden laf yedi.Hey gidi, ne güzel anlatırdı Barış Manço çocuklara.Keşke yeğenlerime de nasip olsaydı da izleselerdi.

Hazır dişçiye gitmişken uzun zamandır ağrı yapan yirmilik dişimi gösterdim bende.Doktor hanım
“çekelim bunu” söyleyince altı ay ömrüm kalmış hissine kapıldım birden.Nedir bu diş belası, diş fobisi Allah aşkına.Oldum olası o koltuğa oturmaktan korkmuşumdur.Bir keresinde gene böyle ailem dahil kimseye demeden dişçiye gittim.Amaç bu korkumu yenmekti.Bir kaç tamir yaptırıp söylediğimde arkadaşlar arasında korkanlar, kardeşim dahil beni soru yağmuruna tuttular.” Çok acıdı mı, ne kadar kalıyon, bende çok korkuyorum, gitmeliyim ama ihmal ediyorum, gitsem mi?”Ben öyle ballandıra ballandıra anlattım ki: “ne korkması , alakası bile yok, gidiyorsun, oturuyorsun, sen hayallere dalarken bir bakmışsın ki kalkma zamanın gelmiş.” Ondan sonra dişçiye giden gidene.Sonra gelmiş bana “ hani acımıyordu, ne diye o kadar abarttın” deyince “ne yapsaydım, acıyor söylesem gitmezdiniz” diye dedim bende.Fenamı oldu sebep oldum işte.Zaten o kadar acıdığı yok da, canı tatlı bunların.Kuzenimin aslında çok hoş bir taktiği var.O dişçiye gidince hep komik, çok güldüğü şeyleri düşünür.Hatta bir keresinde doktor sormuş “niye gülüyorsun?” diye, öylece kalakalmış bizim zavallı.

Yirmilik dişimi çektirken dişçi bayan çok komikti ama.Ben bir an önce çekmesini beklerken,
“acıyormu, acıyormu” diye iki saat benden çok o kıvrandı.Ya acımıyor çek artık şunu diyesim vardı ama diyemedim, içimde kaldı.O esnada o kadar uzun cümle kuramadım, yok demekle yetindim ama en az beş defa yok demişimdir.Eskiler yirmilik dişe “akıl dişi” diyorlarmış.Koca bir mariana çukuru açılmış hissine kapıldıktan sonra şimdi bana ne olacak düşüncesine daldım birden akıl dişini aldırınca.Aklım henüz ne arttı ne de azaldı, zamanla görecez artık.Bunu demelerinin hikmetini merak etmiyorda değilim hani?Bir bilen varmıdır acaba?

Sosyal bir mesaj vermek gerekirse, ağız ve diş sağlığı düşüncesi aile de kazandırılmalı kesinlikle.Çocuklar haliyle çocuk akıllarıyla dikkat etmiyorlar,etmeleri de zor zaten ama aile her zaman bir adım önde olabilmelidir.Dişçiye düzenli aralıklarla gitmek, korkulacak bir şey olmadığını bilmek, sağlıklı yaşam vs bunların hepsi aile de kazanılması gereken alışkanlıklar.Kırk yaşına gelsenizde gökten elma düşse de bu korkunuzu yenemiyorsunuz.Sakıp Sabancı olsaydı derdi şimdi:
illaki, alışkanlık, alışkanlık, alışkanlık.

Dişçiye, bir baba kızını getirmişti, daha sekiz yaşında, çürükleri vardı.Başka bir baba, azarlar gibi bu yaşta ne dişi, dişlerine neden bakmıyon diye çıkıştı.Bence kızılması gereken çocuk değil, anne babasıdır.Adı üstünde daha çocuk o.Akıl edebilse zaten çürütmezdi dişlerini.Ya akıl edebilen anne babası ne diye izin verdiler bu duruma?Adama birşeyler diyesim geldi ama
“kızım rahat dur, boşver, uyma” diye gene susturdum kendimi.Toplum içerisinde yerli yersiz laf söyleyen, akıl abidesi insanlara her zaman antipatiyle bakmışımdır.Gücün yetiyorsa bana söyle diyesi geliyor insanın.Allah akıl fikir versin, verdiği aklı güzel yerlerde kullanmayı nasip etsin.

Ne demişler:
“komşun kötüdür göç kurtul, dişin ağırıyor çek kurtul”

Diş ağrısı bişeye benzemez, çeken bilir.
Sağlıklı günler eşliğinde herkese hayırlı haftalar…
posted by suveyda @ Permalink ¤9:42 AM   9 comments
Saturday, January 13, 2007
ÜŞÜDÜM BİRAZ

olsun zemheri; yeter ki, yüreklere düşmesin soğukluğu...
posted by suveyda @ Permalink ¤12:43 AM   11 comments
Friday, January 12, 2007
HAYIRLI CUMALAR
MAHMUTBEY CAMİİ
Tavan inşa edilirken tek bir çivi bile kullanılmamış

Kastamonu'nun kuzeybatısında, kentin 18 kilometre dışında çok eski bir köy var. Kendi köy ama adı Kasaba. Bu güzel Kasaba Köyü'nde mini minnacık bir cami var. Halk arasında Kasaba Camii diye biliniyor ama asıl adı Mahmutbey Camii. Çandaroğlu Adil Bey'in oğlu Emir Mahmut tarafından yaptırılmış. Günümüzden tam 636 yıl önce inşa edilmiş. Emir Mahmut Bey, mescidin yapımına 1366 yılının ramazan ayında karar vermiş. Ahşap bir eser. Selçuklu ve Beylikler Dönemi ahşap camiler geleneğinin en güzel örneklerinden biri. Dışardan bakarsanız, yalınlığı ve küçüklüğü sizi aldatabilir. Cümle kapısından adım attığınızda, eşikten itibaren olağanüstü bir hazinenin içine doğru yolculuk yaptığınızı anlarsınız.


El oyması işlemeli kapı, zengin bezemelerle kaplı, nakış nakış işlenmiş, orada öylece bir sabır ve sanat abidesi olarak duruyor. Aslında şu anda görmekte olduğunuz kapı, aslının bire bir kopyası. Kapının orijinali Kastamonu Etnografya Müzesi'nde. Müzedeki kapı tam üç kere hırsızlar tarafından çalındı ve her seferinde ülkenin çeşitli kentlerinde antikacılarda ele geçirildi. Kastamonu Valiliği de baktı ki olmuyor, kapının bir kopyasını kentte hálá yaşamını sürdüren ahşap ustalarına yaptırarak, orijinalini müzede korumaya aldı. Kapının üstündeki kitabede, 'Mescitler Allah'a aittir. Orada Allah'tan başkasına tapılmaz' yazıyor. Kapı girişinde bu eseri yapan ustanın 'Nakkaş Mahmut oğlu işçi Abdullah' olduğu kaydedilmiş. Kapıdan içeri adım atıp da başınızı tavana kaldırdığınızda ise başka bir rüyaya doğru yürürsünüz. Bu tavan, tek bir çivi dahi kullanılmadan, geçme usulüyle yapılmış. Emir Mahmut'un burayı yapan ustaya, 'Çivi kullanma ki, dağların neminden, rüzgarların gamından yorulup, paslanıp güçten takatten düşmesin. Kendisiyle birlikte tavanı çökertmesin. Bütün dağlar ve ormanlar emrindedir, istediğin ağacı seç ve kes. Öyle bir tavan yap ki, gökkubbe ayakta kaldıkça yıkılmasın' dediği rivayet edilir. Mihrabın iki yanında silindir biçiminde, hálá dönebilen iki taş var. Eski yapı tekniğinde kullanılan bu silindirler, elinizle çevirdiğinde dönmeyi sürdürüyorsa yapının kurulduğu günden beri tek bir milim bile oynamadığının kanıtıyla karşı karşıyasınız demektir.

Kaynak:Hürriyet

CUMANIZ MÜBAREK OLA...
posted by suveyda @ Permalink ¤12:04 AM   10 comments
Thursday, January 11, 2007
MEHMET ÂKİF ERSOY
Tek başına bir eğitim gönüllüsü,


İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif eğitime çok önem verirdi.Sırat-i Müstakim dergisinde “Gelecek Nesillerin Eğitimi Nasıl Olmalı?” isimli yazıda, eğitim meselesini şöyle ele alır:

“Çocuklarımıza kendi terbiyemizi vermeye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz.(Burada “kendi terbiyemiz” sözüyle kastettiği, kendi yaş grubu, kendi kuşağıdır.Yoksa milli manevi terbiyenin dışında bir şey söylemiyor)İlmi, doğrudan doğruya Peygamberimiz’den öğrenmiş olan Hz.Ali diyor ki: ‘Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiyenizi giydirmeye çalışmayınız.Unutmayınız ki onlar, sizin yaşamakta olduğunuz zamandan başka bir zaman için yaratılmışlardır.’İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir surette geçip gittiğini hatırlamayan kimse var mı?Malumat namına kafamıza doldurduğumuz şeylerden ne istifade ettik?Düşünüyorum da, sekiz yaşında ezberlediğim birçok ibareyi ancak otuz yıl sonra anlayabildim!Tabi on beş yaşlarında iken okuduklarımı anlayabilmeye ömrüm yetmeyecek!”


Haksızlığa hiç gelemezdi.

“1911 yılı başlarında Baytarlık Dairesi, katiplik için imtihan açar ve kazanan bir genç, işe alınır.Mehmet Akif daha önce tanımadığı, fakat zeki ve kabiliyeti bulduğu bir gençle ilgilenir, ona yardım eder; Mülkiye’ye devam etmesi için yarım gün izin verir.Akif’in bu alakasından, onun genci daha önce tanıdığı ve ona imtihanda yardım ettiği neticesini çıkaranlar, çocuğun işine son verdiler.Olayı ve nedenini birkaç gün sonra öğrenen Akif, derhal istifa ederek, daireden ayrılır.Genç geri alınır ve ricalar sonucu Akif de vazifesine geri döner.”


Akif dostlarına karşı çok vefalıydı.Birisini dost edindi mi, ömür boyu bu dostluğu devam ederdi.Cemal Kuntay, bu konuda ki şöyle nakleder:

“Mehmet Akif, Baytar Mektebi’nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı sözleşmişler ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi.Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Akif Bey daima olduğu gibi sözünde durarak, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı.”


Akif sözünün eriydi, bu onun en belirgin özelliğiydi.Fatih Gökmen ile yaşadığı olay bu konuda fikir vermek için yeterlidir.

“Öğle yemeğini beraber yemeyi kararlaştırdıklarında, zamanında yerinde olmayan Fatih Gökmen’e bir selam bırakır, ertesi gün vaziyeti anlatıp tüm özürdilemelere rağmen dinlemez.’Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir.’ der ve tam altı ay konuşmaz.”


Şiirlerinde ideal bir nesli canlandırdı ve adına “Asım’ın Nesli” dedi.Akif, bu neslin hasretini çekti.Kafası; fen ve teknolojiye uyumlu, kalbi; Çanakkale’yi kazananlar kadar inanç ve imanla dolu bir nesil olmalıydı bu.

Çanakkale Zaferi’ni haber alınca, sevincini ve üzüntüsünü hiçbir zaman belli etmeyen Akif sevincinden ağlamaya ve şükretmeye başlar.Ellerini kaldırarak “ Allah’ım Çanakkale’de dövüşen kahramanları yazmadan canımı alma.Yoksa gözüm arkada kalır” der.Ve o mükemmel destanı yazar.

Bunun yanında o muazzam şiir:İstiklal Marşı.Mehmet Akif’in ifadesiyle duasına katılarak “Allah bu ülkeye bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın”.

Kaynak:Ailem

Mekanı cennet olsun.
Allah, ondan razı olsun.


“Gözüm ki kane boyandı, şarâbı neyliyeyim?
Şarâbı neyliyeyim?
Ciğer ki odlara yandı, kebâbı neyliyeyim?
Kebâbı neyliyeyim?
Ne yâre yaradı cismim, ne bana, bilmem hiç!
İlâhi, ben bu bir avuç türâbı neyliyeyim?
Türâbı neyliyeyim?
Âmin! Amin!"

(Amin Alayı, Mehmet Akif)
posted by suveyda @ Permalink ¤8:33 AM   7 comments
Tuesday, January 09, 2007
YALAN
Senin söylediklerine inanmam, benim saf olduğumu değil, senin yalancı olduğunu gösterir.
posted by suveyda @ Permalink ¤9:43 AM   20 comments
Monday, January 08, 2007
MASKELİ DÜNYA
Bir zamanlar bir reklam vardı, şu sıralar pek göremesem de.Reklam sloganı şöyleydi: “imaj hiçbir şeydir, susuzluk herşey”.Bende olaya tebessümle yaklaşarak susuzluğun her zaman daha önemli olduğunu savunagelmişimdir.Hangimiz çölün ortasında kalmışçasına susadığımızda bir bardak suyu reddedip, ben imajdan yana hakkımı kullanmak istiyorum diyebilir ki.Benim için olay bu kadar basit ve böyle çözümlenmeliydi.Heleki ülkemiz susuzluğa bu kadar yaklaşmışken.

Şimdi konuyu başka bir noktaya taşımak istiyorum.Dün akşam haberleri izlerken, Taksim’deki yılbaşı gecesinden canlı yayın yapan televizyon kanalı, Taksim’deki haberi bildiren bayana bağlandı..Ordaki coşkuyu, heyecanı, neşeyi hatta rezilliği anlattı ve haberi bitirdi.Konuşmasını bitiren bayan, kameranın ve mikrofonun kapandığını düşünerek argo olarak tabir edeceğimiz bir laf sarfetti ve o kanalı izleyen insanlar buna şahit oldular.Haber merkezindeki spiker üstünü örtmeye çalışsa da olan olmuştu artık.Elbette bu sorun edilmedi, zaten çok abartılacak derecede bir cümlede değildi, haber de başka bir kanal tarafından televizyon dünyasında başa gelebilecek aksilikleri anlatmak için yapılmıştı.Fakat bu durum beni başka şeyler düşünmeye sevketmişti.

Misal; bir zamanlar ismi lazım değil bir yazarın kitaplarına aşırı bir hayranlığım vardı, aslında daha çok hayatını merak ederek başlamış olduğum kitaplarını okuma serüvenim bir gün imza gününü duyduğum sevinçle katmerlenmişti.Bunu kaçıramazdım çünkü ben onu çok merak ediyordum.”Nasıl konuşuyor, dili nasıl, efendimi, oturuşu kalkışı nasıl, insanlara nasıl davranıyor, yazdığı gibi mi konuşuyor, bizler gibi mi” , bunlar en merak ettiklerimdi.İnsan görmediği birisine çok değişik özellikler yüklüyor, çok farklı hayal edebiliyor.İmza gününe gittim ve kelimenin tam anlamıyla şok olmuştum.Benim hayal ettiğim adam kaba-saba, argo kelimeler kullanan, dili bozuk birisi çıkmıştı ve hayallerim yıkılmış hissine kapılmıştım.O hisle oradan çıkıp gitmek istedim ama çok yakında durduğum için utancımdan çıkamadım ve daha sonra imzalatıp oradan ayrıldım.

Daha sonraları, bir sanatçının açık havada vermiş olduğu bir konsere gitmiştik arkadaşlarla.Televizyonlarda çok efendi, saygılı ve seviyeli olan bu beyefendi kılığındaki sanatçımız, bir baktım izleyicilerle konuşurken küfürler savurup duruyor.Hayır, kimseye küfür ettiği yok, adamın konuşma biçimi öyle.İki lafın arasına bir şey sıkıştırmasa apandisi patlayacak cinsten.Bir hayal kırıklığı da burada yaşamıştım.Bu 7-8 senelik bir mazi.

İnsan yaşadıkça öğreniyor her şeyi.Hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını, gördüğümüzün aslında öyle olmadığını.Herkesin hayatında mutlaka olmuştur, ulaşmak isteyipte ulaştığınızda fos çıkan hayatlar.İmrenilesi bir hayat beklerken boş bir teneke bulduğum, sadece o tenekenin sesini duyduğum hayatlarla bende karşılaştım.Az gidip, uz gitmeye de gerek kalmayacak derece de insan anlıyor ki “özendiğimiz hayatlar, çoğu zaman özenilesi hayatlar değil”.

Şunu da kabul ediyorum, her yerde aynı konuşma tarzıyla konuşulmaz ya da her ortamda aynı davranılmazMisal ben; ben de yazdığım gibi değilim.Yazdığım kadar konuşmam, iki lafı bir araya getirmede de zorlanabilirim ama ben böyleyim.Az konuşsam da, çok konuşsam da ben böyle konuşurum.Sanıyorum ki çoğumuz da yazdığımız gibi değiliz.Bazan kişiye göre, bazan da ortama göre değişirsiniz.”Dışarda takım taklavat gezerken, eve gidince pijama giyilebilir” kadar durumu basite indirgersek elbet laşkalaşacak durumlar da olabilir.Ama benim bahsettiğim durum, maske takıp dünyayı seyir eden insanlar.Er veya geç maske düşüyor.İşin en kötü tarafı ise maske düştüğünde daha çok itibar görmeleri.

Ne olursa olsun ben hâlâ imajın hiçbir şey, susuzluğun her şey olduğunu savunanlardanım.Mesela bu yazının üstüne bir bardak soğuk su iyi gider.Yarasın efendim.


Hayırlı haftalar herkese...
posted by suveyda @ Permalink ¤9:52 AM   9 comments
Sunday, January 07, 2007
PAZAR KONSERİ:)
Sabah, daha uyuyorum bir yerden sesler geliyor.Birileri "halaaa, halaaa" diye bağırıyor.Ben sandım rüya.Ses gittikçe artmaya başlayınca anladım ki rüya değilmiş:)Aşağıdaki bücürler kapıya dayanmış, bağırıp duruyorlar.Kapıyı açınca bide çıkışmazlar mı "nerdesin iki saat hala yaa" diye.Ben daha gözlerimi açamamışım, onlar bütün enerjileriyle vızırdayıp duruyorlar, arılar gibi.Ya bi durun, az sessiz olun diyorum ama dinleyen kim, müziği açmışlar,vur patlasın, çal oynasın gidiyorlar.Aldılar mikrofonu ellerine, şarkı söylemeye başladılar.Hala bizi çeksenee, hala bizi çekseneee.Zaten benim başka işim ne:)
Köpek uçmak istemiş,
bir gün kargaya gitmiş,
karga ona anlatmış,
bizimkide inanmış,
koşmuş koşmuş balkona,
tırmanmış koşa koşa,
açmış bacaklarını,
dikmiş kulaklarını,
bir kaç kere havlamış,
hav hav hav hav,
köpek atlamış vah vah vah
karga da gülmüş hah hah hah.

bir elimden annem tuttu,bir elimden babam,

Rabbim hep sev onları, ayırma cennetinden,

cennette de birbirimizdennnn

Çanakkale iiiçindeee aynalı çarşııı

Anne ben giidyorummm düşmana karşııı

Beni vurdularrrrrrrr

Kara gümrük yanıyor, polis beni arıyor,

herkes beni biliyor, ben suçsuzum hakim bey

beni buldular hakim beyyyy

:)))

şimdi dua zamanı:

yemeğimi yemeden,el açtım Allah'ım,

akıl sağlık doğruluk, iyi huylar ver bana

Yemezsem büyüyemem, okuluma gidemem,

çabuk çabuk yiyelim, faaliyetimize geçelimmm. bunlar iyice kaptırdılar kendilerini şöhrete.
Küçük kurba, küçük kurba, kuyruğun nerede?

kuyruğum yok, kuyruğum yok yüzerim deredee

bir küçücük tavşancık varmışş, bir küçücük tavşancık varmış

kırlarda koşup koşup oynarmış

ko ko ko ko ko ko ko...


buda mikrofonu yutacak nerdeyse:).zaten viyaklayıp duruyor.boşuna dememişler "mikrofonmu yuttun diye".kesin bu cadı için demişlerdir:)Birde hanfendi hala demiyor bugün.Kurbiş diyor:)Nerden öğrendiyse.Kurbiş bana çikolata veyseneee, kurbiş bana su veyseneee.Kurbişler kovalasın seni:)

Şu an itibariyle hepsini sepetledim, az biraz sessizlik.Oh bee:)

İyi pazarlar herkese...

posted by suveyda @ Permalink ¤2:11 PM   13 comments
Saturday, January 06, 2007
BREZİLYA DİZİSİ
posted by suveyda @ Permalink ¤8:45 AM   2 comments
Friday, January 05, 2007
HAYIRLI CUMALAR...
"Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokca salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur."
Hadis
posted by suveyda @ Permalink ¤9:07 AM   6 comments
Thursday, January 04, 2007
MİLLİ PİYANGO mu MİLLİ MUTLULUK mu ?
Ah o pek çok insanın hayallerini süsleyen milli piyango.Kazansan bir bela, kazanmasan bir bela getiren, hepsinden büyük bir bela.Haklı veya haksız kazanç tartışması bir yana, bakıyorum da milli piyango ne kimseye yar olmuş, ne de mutluluk getirmiş.Numaralar açıklanınca atılan sevinç çığlıklarının yerini zamanla feryatlar almış.Beraberinde getirdiği, dağılan yuvalar, bozulan aileler, cinayetler, korkuyla süren yaşam, hiç bilmediğiniz ve birden ortaya çıkan binlerce akraba, selam bile vermeyen eş dostun belirmesi ve binlercesi...

Her sene aynı şekilde oynanan, sonu mutsuzlukla biten senaryolar."Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine" diyemeyeceğimiz filmler.Yeşilçamdaki gibi bitmiyor bütün sinemalar.Bu gerçek hayat ve para saadet getirmiyor.Aşk edebiyatı yapmanında bir alemi yok elbette para da lazım.Ekonomik koşulları inkar etmek, parasız da sonsuza dek mesut bahtiyar yaşanacağını düşünmek malesef günümüzde birazcık polyanacılık olur.Bu ne kadar yanlışsa, milli piyangoya bel bağlamakta, bir gece zengin olup mutlu tabaka statüsüne yükseleceğini zannetmek te o derece hata olur.Kulakları çınlasın bir ara ekonomik zorluk yaşayan arkadaşım o halinde bile "parasız olmuyor ama para mutlulukta getirmiyor" derdi.Ona kavuşunca Alis gibi harikalar diyarına dalamıyorsunuz ne yazık ki.

Bakın bir kaç örnek:

{ YEŞİM AKYOL: 2003'te 2 trilyon çıktı. Kavga etmeye başladığı 8 yıllık eşiyle boşandı. Kocası "Para çıkınca beni boşadı" diye suçladı.

SALİH BAHTİYAR: 1985 ve 1997'de iki büyük ikramiye kazandı. Bahtiyar'ın huzuru kaçtı, "Mafya beni bulacak" diye bunalıma girip, eve kapandı.

AYHAN YALÇINKAYA: 1995'te zengin oldu. Memurluğu bıraktı. İşyerleri elinden gidince "Memurluğa geri dönmek istiyorum" dedi.

SALİH GÜMÜŞÇAY: Salih Dede. 1989'da 5 milyar kazandı. 1 yıl sonra öldü. Tek başınaydı, yüzlerce akrabası çıktı. DNA testi için mezarı açıldı.

NECMİ YILDIRIM: 2004'te 10 trilyonun dörtte birini kazandı. İkramiye yüzünden kavga çıkaran oğlu, bıçakla Yıldırım'ı boğazından yaraladı.
Kaynak:Sabah }

Üstüne milyonlarca insanın plan yaptığı, memlekete yol yaparım, köprü yaparım, fabrika açarım, iş sahası oluştururum, insanlara yardım ederim, bağış yaparım ütopyaları ile şekillenen milli piyango, çıkan sahibinin başına dolanmaktan başka bir işe yaramıyor.Getirdiği yıkımlar, götürdüğü huzur da cabası.Bütün bunların yanında diğer tarafta "ah ben olacaktım ki onun yerinde" diyen kendini mutsuz sanan, aslında mutlu azınlık.Madalyonun diğer yüzünde ise "keşke çıkmasaydı da bir dilim ekmeğim olsaydı" diyen, en azından huzursuzluğunun farkına varan mutsuz azınlık.

Allah, herkese helal kazançlar nasip etsin.Boğazdan haram bir lokma inince, yalnız mideye değil tüm hayatımıza oturuyor bu.

Son olarak anlamadığım bir şey niye bu piyango milli olmuş.Hani sadece, piyango olsa olmuyor mu?Milli diye söylenince aklıma, milli takım, milli giysiler, milli yemekler aklıma geliyor ama hiç piyangonun milliliği aklıma gelmiyor.Adamların vardır bir bildikleri diyorum, çünkü; başka diyecek bir şey bulamıyorum.

Ne demiş Ajda ablamız: "para para para, varlığı bir dert, yokluğu yara"
Bir gecede gelen ise daha bir dert...
Herkese helal kazançlar...
posted by suveyda @ Permalink ¤10:03 AM   5 comments
Tuesday, January 02, 2007
BAYRAMLAR BAYRAM OLA
Bayram demek bizim için aynı zamanda tatil demek.Ancak böyle zamanlarda toplanabiliyoruz.Ancak böyle zamanlarda bir arada olabiliyoruz.

Annem için,
Kendinden büyükleri ziyaret etmesi, gezmesi, tatil dolayısıyla evde olanları çalıştırması, evde onarımlar yaptırması,ampulu değiştir, musluk akıtıyor, dolabı temizleyelim, komşuya gidelim, bilmem hangi teyzeye, hangi amcaya gidelim demek.

Babam için,

yatmak, uyumak ve gezmek bermuda üçgeninden oluşur genelde.Bide telefonda konuşmak arkadaşları ve akrabalarla.Yeri gelmişken söyleyeyim, babamın telefonda konuşmasına hayranımdır.Hıı, he, yaa, evet, eee, hı hı ve buna benzer kelimelerle biter.Ne konuştu, ne anlattı, hep karşıdaki mi konuştu, bunlar nasıl anlaşıyor şaşar kalırsınız.Şunuda fark ettim gittikçe bende babama benziyorum.Hııı bide en önemlisi gidip mutfağı karıştırmak, savaş meydanına çevirmek, sonra benim gitmem, kızmam şeklinde devam eder.Adam durmadan yiyor ama hâlâ tığ gibi.Buda sinir olmak için ayrı bir mevzu.

Abim için,
Evde olmak, çizgi film izlemek, yemek yemek, şöyle yayıla yayıla sigarasını tüttürmek, çalan telefonlara bakmamak, sonra dışarı çıkıp bol bol gezmek.O zaman da benim açtığım telefona bakmazsa eve gelince parparayı yemek.

Kardeşim için,
En önemlisi uyumaktır onun için.Yer, mekan, durum, kişiler hiç fark etmez, yeter ki başını yaslayacağı bir yer bulsun.Çizgi film izlemek, yabancı müzikleri sonuna kadar açıp evdekileri çıldırtmak, özellikle beni.Çocuklarla oynamak, mesaj yazmak,sakız çiğnemek ve beni çıkardığı seslerle kızdırmak, markete gitmek, alışveriş yapmak,telefonlara bakmamak, telefon çalınca saklanmak, ben çağırıp selmaaaaaaaaaa telefona bak deyince ses vermemek, bulunca iyi bir haşlamak demek.


Benim için,
Bol bol çocuklarla oynamak,yengemi arayıp yeğenlerimi bize gelmeleri için kışkırtmak, "halacım ağla çok ağla annen yollar" demek:), milleti eve toplamak, habire plan yapmak, planların suya düşmesi, sudan çıkarma çabaları yapmak, selmayı habire bir yerlere yollamak, kardeşimin dediğine göre onu kızdırıyormuşum ama kâle alınacak bir durum değil bu, çünkü ben ablayım, ben ne dersem o olur.Bir yerlere gitmeyi kolay kolay kabul etmem, tutar onları çağırırım, evi curcunaya çeviririm.Pasta yapar, börek yapar yemek için adam ararım.Çok güzel plan olursa dahil olurum yoksa genelde kendi planımı kendim yaparım.Acayip kanallar açarım, onları izlerim, mesela bugün korkunç cinayetleri izledim.Katiller çok zeki ya.Zaten bu zeki insanlar, ya bilim adamı oluyor, ya katil oluyor, ya da sisteme karşı gelmekten hiç bişey olamıyorlar zekilikleriyle kalıyorlar.

Böyle bir sürü ayrıntı işte.Bitti bitecek bayram ve tatil.Bakalım bir daha ne zaman, nasıl, nerde???Allah herkese bol nüfuslu bayramlar geçirmeyi nasip etsin.

Geçirdiğiniz güzel zamanlarla hatırlayacağınız bayram anıları diliyorum...
posted by suveyda @ Permalink ¤10:44 PM   5 comments

about me
gelirsin gidersin dostumsun, gelmezsin gitmezsin neyimsin
Udah Lewat
Archives
Dua
Allah’ım, Sana tutunuyorum, Kimsenin yere atmasına izin verme beni. (Sadi)
Martı

“Yaşamak için ne çok sebep var,” diye düşünüyor uçmanın anlamına vardıkça. Kabiliyetlerinin sınırlarını aşmak, onu yaşatan en büyük sebep. Onun için balıkçı teknelerinin etrafında o rutin, sıkıcı dönüp dolaşmadan başka sebepler de var yaşamak için. Cehaletimizi kırabiliriz. Becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi hür olabiliriz!

Böyledir

Başkasını kıran, inciten bir insanın kendisi de bundan mutlaka yara alır.Kötülüğün oku mutlaka geri döner

Budur

Ne gökte, ne denizde, ne dağların içinde, ne de ormanların kuytu bir köşesinde, hiçbir yer yoktur ki, insan yaptığı fenalıktan, karşılığını görmeden, kurtulup sıyrılabilsin

Arkadaşlar
Designed-By

Visit Me Klik It
Credite
15n41n1